ÖZGÜRLÜK ÇÖZÜMLEMESİ
Yarım saatir kafasını dayadığı camdan uzaklaştı, tilki uykusundan uyandı. Dışarıya bir göz attı. Otobüs karanlıktı, dışarısı daha karanlık. Siyaha yakın bir yeşildi dışarısı, gökyüzü siyahga yakın lacivert. Uçuruma bakmak ürpertti içini.
Artık otobüsün sağ tarafından tabelaları görebilmek için bilet almıyordu. Yolları ezberlemişti – otobüsün sağ trafından. Uşak’ta olmalıydı. Yolun yarısı bitmişti. Kulağındaki ses “ ah şu kalbim, nasıl da inandı sana” diye neşeli neşeli şarkı söylüyordu.
Otobüs dağın içinden geçmeye devam ediyordu. Uçurum hala korkunç görünüyordu. Ama bir tarafı hoşlanıyordu bu korku halinden. Bakmaya devam etti. Özgürdü. Uçurumların kıyısından geçecek kadar özgürdü.
Kimseye hesap vermek zorunda değildi. Kimseye en ufak bir eleştiri hakkı vermiyordu. Gecenin bir yarısı –sabah dört suları- uçurumun kenarından geçiyordu. Bir saat sonra hiç tanımadığı onlarca insanla birlikte aynı bahçede çay ve sigara içecekti. Hiçbirinden korkmuyordu.
Kendine güven duydu. Her şeyi yenebilirdi; önünde hiç kimse, hiçbir şey duramazdı.
Otobüsün içinde olduğunu hatırladı. Mevsim kıştı, otobüsün içi sıcak. İçerideki elli yolcuyu İzmir’e sağ salim ulaştırmakla mükellef iki şoför ve bir muavin vardı. O dağın ortasında tek başına yürüyecek kadar özgür müydü? İdeal bir dünyada bu kadar özgür olabileceğini düşündü. Ama burası ideal bir dünya değildi ve bu onun suçu olamazdı. Eğer böyle bir özgürlük girişiminde bulunursa, bunun sadece hayatına mal olabilecek bir salaklık olacağını biliyordu. Bu onun değil, sistemin suçuydu ve kendini korumak zorundaydı.
Hoşuna gidiyordu bu yolculuk –kuyruk sokumundaki acıya rağmen. Başka yerlere gitme isteği oluştu içinde birdenbire. Başka yerler, hiç bilmediği yerler… Bir otobüse atlayıp hiç bilmediği bir şehire gidip akşama kadar gezdikten sonra geri dönmek…
Keşfetmek ve özgürlük… Hiç bilmediği dağların koyu yeşil renginde özgürce yol almak… Ama yapamazdı. İzmir’de bekleyeni vardı. Başka şehirlere tek başına gidemezdi, onu kendi hayatına bırakıp sonra keşfettiği yerleri ona anlatamazdı. Böyle bir gezi ancak onunla olabilirdi. Ama onunla olduğunda özgürce olmazdı. Ona dört saat uzaklıkta biri vardı. Dört saat sonra ona sarılacak biri… Sırf o beklediği için kimseye hesap vermediği biri…
Uçurumun kenarından geçerken otobüsün içindeydi. Uçuruma bir bir camın arkasından bakıyordu. Dünya bir uçurum, ‘o’ bir cam ve o camın arkasından bakan ‘özgür’ bir birey… Dünyayı onun camından görünenlerle algılayan bir ‘çocuk’… Camın arkasından dünyaya bağırıp çağıran, isyan eden, ‘özgürleşen’ sadece bir sevgili… O cam var olduğu sürece bir cesaret abidesi…
Bıçak gibi saplandı bu düşünce. Bıçağı çıkardı yerinden, biliyordu hep izi kalacaktı. Ama kovuşturdu dumanları, üzerini kapattı yaranın.
İçini evcimen bir duygu kapladı. Sabahın alacakaranlığında önce Atatürk heykelini, ardından körfezi görecekti. Heyecanlanacak, telefonuna sarılıp geldiğini haber verecekti. Dönüşte dinleyip hüngür hüngür ağladığı o şarkı başka bir anlam ifadecekti. “Gözlerinde bir okayanus, özgürce yüzmeye geldim.” diyecekti içinden sarılırken. İnanacaktı bu yalanına. Sonra eve gidip sıcak bir çay içeceklerdi. Her şeyi unutmuş, gelişleri ve dönüşleri, başını ve sonunu… Anın içinde yitip gideceklerdi. Her seferinde böyle olmamış mıydı?
ayrılsın!.. (:
ayrılsın!.. (:
aklın yolu bir:)
aklın yolu bir:)