KALDIRIMDAKİ İZAFİYET

Uzun bir süre yürüdükten sonra durdu. Ayak bileklerinde bir sızı kıvranıyordu. Olduğu yere oturdu. Çevresinden onlarca insan gelip geçiyordu. Çoğu onu görmeyip neredeyse üstüne çıkacakken, son anda fark edip kızıyordu. Ne çok insan vardı şu dünyada. Hiçbiri o değildi, ve o hiçbiri olamazdı. Asla gerçekten öğrenemedi diğerlerinin ne düşündüğünü. Oysa öyle çok öğrenmek isterdi ki bir katilin aklından geçenleri…Bazen empati yapmaya çalışırdı. Diğeri gibi hissederdi kendini ama bir anda kendi ruhu araya girerdi. Bu yüzden hiç empati yapamamıştı hayatı boyunca!Bir meslek sahibi olmayı çok istemişti. Planları vardı geleceğe ait. Bir kısmı gerçekleşti ama, diğer kısmı… Öyle çok şartlamıştı ki kendini her şeyin iyi olacağına, hep hayal kırıklıkları yaşadı. Hem de çok büyük hayal kırıklıkları…
Çoğu zaman neşeliydi. Ama bazen öyle soğurdu ki hayattan, yanındakiler bile üşürdü. Sonra yavaş yavaş düşünmemeye başlardı, yine bahar gelirdi yüreğine. Arada bir de ağustos sıcağı gibi kavururdu ortalığı. Sonra yerini nisan yağmurlarına bırakırdı bu kavurucu sıcak.
Çalışmaya, bir şeyler üretmeye pek meraklı değildi. Ama zaman zaman zor da olsa fazla mesailer yapıyordu.  Bu mesailer sonunda elde ettiği başarılardan gurur duyuyordu ve takdir bekliyordu. Yine de bu başarılar onda hiçbir çalışma hissi uyandırmıyordu.
Övülmeyi severdi. Bunu hak etmediğini düşünürdü ama yine de övülmek isterdi. Kısa mutluluklar yaşatırdı bu övgüler ona. Yine de aynalara bakamazdı. Dişlerini fırçalarken, saçını tararken kaçırırdı gözlerini kendi gözlerinden. Kazara denk gelirse utanırdı, hemen çevirirdi bakışlarını başka yöne.
Hayatını boşa harcadığını düşünürdü hep. Aldığı her nefes haramdı. Bedavadan yaşadığını bilse de geleceğe dair hayaller kurmaktan vazgeçemezdi. Bazen sırf kendine işkence olsun diye, aldığı nefesin karşılığını ödeyebilmek için, savaşta ölen çocukları, annelerini, babalarını düşünürdü. Eskiden bunun için televizyon izlerdi. Ama televizyon onu ağlatmaya başlayınca kendine geldi, yüreğini eski katı haline getirdi ve televizyonun sömürü aracından başka bir şey olmadığını iddia etmeye başladı.
İnsanları sömüren sadece televizyon değildi elbette ki. Aslında insanları sömüren diğer insanlardı. Bunu benimsemişti ve kimseye güvenmiyordu. Bazı insanlara, onları sevdiğini söylerdi. Ama sevginin ne olduğunu kim açıklayabilir ki…?
Bazı kesin inançları da yok değildi.  Tanrı’ya inanırdı mesela. O’nun gönderdiği son dine ve o dinin inanılması gerekilen altı şartına… Zaman zaman inançlarını sorgulardı. Böyle yaptığında günah işlediğini düşünürdü ama işlediği tek günah bu değildi. Bunun farkındaydı ve bu yüzden sorguluyordu inançlarını.
Çok bitkin düştüğü zamanlarda bir dini kitap okurdu. Sonra dua ederdi. Duaları kabul olurdu çoğunlukla. Bir mucize olarak görürdü bunu. Tanrı onu hala sevmekteydi. Ama bir süre sonra unutur, her şeyi normal kabul etmeye başlardı.
Bütün tabularını yıkmaya çalışırdı bazen. Sonra kendine ihanet ettiğini düşünür, vazgeçerdi. Alışıktı ihanet etmeye aslında. Buna üzülürdü ama bir türlü değiştiremezdi kendisini. İnsanları suçlardı onu hiç yalnız bırakmadıkları için, kafasını karıştırdıkları için. Yalnız kaldığında da kendine ihanet ederdi. Ama bu kendisiydi. Onu terk edemezdi. Bazen terk etmesi için çok uğraşırdı fakat yine de vazgeçemezdi. Aynadaki suretine ihanet ettiğindendi bu utancı.
Uzun zamandır oturmaktaydı bu kaldırımda. Ya da ona çok uzun gelmişti. Zaman ona genellikle izafi davranırdı. Sıkıldı kendinden ve zamandan. Kalktı, yürümeye devam etti. Adımları hızlandı, kaçıyordu arkasında bıraktığı izlerden. Kaçmazsa arkasından gelip onu boğacaklardı çünkü. Evine doğru koşmaya başladı. Bir taksiye ya da minibüse binmedi. Eğer adım atmazsa yakalarlardı çünkü.
Eve ulaştığında saat geç olmuştu. İçeri girip kapıyı kilitledi.  Korkmuştu ve nefes nefese kalmıştı. Bir bardak soğuk sudan önce hareketli bir şarkı açtı. Ona eşlik etmeye çalışarak mutfağa girdi ve dolaptan soğuk su çıkardı.
Suyunu içerken bir kez daha kaçıp kurtulmanın yorgun mutluluğunu yaşıyordu.