Biraz Biraz Eksik Kalan

Şafağın rengini görememezliğin verdiği bir üzüntü ile başladı yalnızlığı düşünmem. Başka bir bedende bambaşka bir ruh barınıyor; ıssız bir sokaktaki perdesi hiç açılmayan o odada. Soğuğa direnen aç martılara attığım ekmek kırıklarının küf kokusu mahalleyi sardı. Gölgesinde uyumak için gövdesine yaslandığım çam ağacı bile yaprak dökümüne merhaba dedi. Yine sonbahar geliyor. Belli etmediğim üşüyen bedenim, buzullaşmanın imkansızlığını haykırıyor. Biraz biraz eksik kalıyor her şey, biraz biraz bir şey, biraz biraz da ellerin…

Gözlerimin akını göstermiyor aynalar; ne kadar yakınlaşırsam daha bir uzağa gidiyor, bana benzeyen bir ceset sana benzeyen duygularla. Sonu gelmeyecek ağlamalara başlamak istemiyorum veya istemiyorum umutlarımı kaybetmeyi her bir gözyaşına yüklediğim. İçime çektiğim nikotinin beni tatmin edememesinden bıktım. Başka teşebbüsler eşittir sana daha bir uzak kalmak, hayallere dalıp tüm hayatımı planlamak; yine yeniden en baştan başlamak zorunda kalmak Everest’in sekiz bininci metresindeyken.

Sorun bedenimi boşluğa bırakmak değil. Sorun; yerçekimi ile hava sürtünmesi etkisinde yıpranacak kendimi tanımlayamamış duygularım, ya da nefret ettiğim alışkanlığım yalnızlığın bedenimden çıkması…Sokakta gördüğün aç kediyi doyurduktan sonra senden kaçması yalnızlığı kör bir kuyuya atmak. Sonra da elindeki ciğer-ekmeğe acı acı miyavlayarak sana dönmesi kendini aynı boşluğa bırakmak.

Gözlerinin içine manasızca dalıp; yüreğine geldiğimde haykırmaktı kurtuluş; koridorda yankılanan eski bir sesi… Ben gidemedim varacağım yere, sen ise beklemedim dumanını gördüğün buharlı treni, ben oradayken sen başka bir oradaydın.

Gecenin gelmesini istemeyen mavi bir lale ve gece ile tanışamamış bir yarasa veya geceleri susmak bilmeyen martı çığlıkları… Her şey gece başlıyor oysa, günün analizi ve yastığa dökülmüş birkaç tel saçının kokusu.

Çamura yuvarlanan bir kediyi kurularken çıkardığı sesti; gecikmiş bir hasretin feryadını ve hüznünü en anlamlı ritimde yaşadığım. Dedim ya az geliyor her şey, biraz biraz bir şey, biraz biraz da yüreğin -yanımda hissettiğim-. Her soğuk havada titreyen bir kedi olmayı düşledim.

Her defasında biraz daha yoruldu hasretim ve ellerime o kadar alıştı ki kalem, bırakamaz oldu beni; benim ise o kadar gücüm yoktu. Bir okyanusu –bir kıyısından başlayıp- kızıl bir mürekkebe boyamaktı düşüncem. Sonra bir gece bildiğim bir sokağa gelip o apartman katındaki – hani seni bırakıpta arazi olduğum, ardıma bile bak(a)madan – odanın penceresine yerleştirecektim kızıllığı… Güneşin tan zamanı böyle kızgın doğuşuna şaşıracak ve perdelere yönelecektin. İlk perdesi açıldığında oyunun sen orada olmayacaktın kopup yüreğime işleyecektin belki de… Penceresiz bir odanın önünde bekledim gecelerce. Umutlarımı kül tablalarında söndürmeye mahkum ettin beni bu gece, az mı yalan söylemedim kadehi doldurana bu son diye. Her boşalan bardağı kustum gözlerimde ve sen bakıpta mutlu olalım diyeceğin yere nedenlerini sordun mutsuzluğun; gülmek yerine, kendini bana teslim etmek yerine boynumu büktün her gece. Uykuya hasret bir çocuğu büyüttün bilmeden.

Hangi birisinin insan olduğunu ayırt etmek zorunda kaldığım iklimde bir tek şeyin olmasını istedim belki de, anlaşılamayan bir yolculuğa da ben çıkmalıydım.Ama nasıl? Ya orası da umut ettiğim gibi değilse başka diyarlara göç etmeye ne gerek var. Senin teninin tüm kıvrımlarını çizemeyeceksem yüreğime veya balığa çıkamayacaksam babamla. Uyandığımda vaadettiğin o gülü koklayamayacaksam. Dalgalara benzetiyorum kendimi isyankar dalgalara –ama hala istedikleri şeyin farkına varamayan- ölüm ile yaşam arasında, tek bir şey gerekiyor durulmak için hani o hep eksik kalan; biraz biraz her şey, biraz biraz bir şey, biraz biraz da ellerin…

Mutluluğu istediğim her an, bir hiç elde ettim kendim gibi sonunda, ama bir gün perdesi açılmayan o odada kendimden soyutladığım dışarısını merak eder oldum. Uykusuz başlayan gecenin sabahında umut dolu bir yüreğimi aynadaki gözleri(n)mde izledim. Aylarca açılmayan perdeye yönelmekti bana anlamsız gelen. Yanlışlıkla açtığım pencereden odama giren sol kanadında siyah noktası olan beyaz bir kelebek elime kondu ve öylesine durdu hiç hareket etmeden; sanki bana bir şeyler söylemek istercesine. İçimde tükettiğim özgürlüğün kıvılcımlarını hissettim. Kovmak için salladığım diğer elime tepki verme zahmetinde bile bulunmadı; oysa, her etkiye bir tepki verilmeliydi. Sadece ‘Dinle !!’ dedi, ‘Kulaklarını sımsıkı kapat ve sadece dinle çok uzaklardan sana doğru gelen, senin için yollanan rüzgarla karışık toprak kokusunu’. Zordu inanmak; odamı koruyan perdenin üzerine vuran ışığı adını koyamadığım bir karanlığa yolcu etmiştim, aylar önce.

İnanmak mı zor; yoksa, içimde ölümlerini büyük ve bir o kadar acı bir zevkle izlediğim eski oluşumlar tanımlayamama korkusu mu var? Cevap ver bana şimdi ben bulamadım bir çıkış yolu. Hadi dokun yüreğime ve söyle nedensiz karamsarlık bürümüş dünyamın nasıl olması gerektiğini. Algılama eksikliği mi , mutluluk eksikliği mi bu çıkmaz sokağın sonundaki tabela. O